stories no.11

Gizem Oktay

#gündelikaktivizm

Multidisipliner bir tasarımcı ve yazar olan Gizem çok türlü antropoloji ve yeni materyalist felsefe ile spekülatif tasarım etrafında çalışmalarını sürdürmektedir. İnsan türünü, diğer tüm canlı türlerinden ayrı ve üstün tutan hâkim Batılı, eril paradigmanın yerine önerdiği eşitlikçi, çoğulcu ve bütünsel yaklaşımından ilham aldığımız Gizem ile   gündelik aktivizm üzerine zihin açıcı bir sohbet gerçekleştirdik.

Multidisipliner bir tasarımcı ve yazar olan Gizem çok türlü antropoloji ve yeni materyalist felsefe ile spekülatif tasarım etrafında çalışmalarını sürdürmektedir. İnsan türünü, diğer tüm canlı türlerinden ayrı ve üstün tutan hâkim Batılı, eril paradigmanın yerine önerdiği eşitlikçi, çoğulcu ve bütünsel yaklaşımından ilham aldığımız Gizem ile   gündelik aktivizm üzerine zihin açıcı bir sohbet gerçekleştirdik.

S. Dünyada neyi değiştirmek istiyorsun?

Dünya’da değiştirmek istediğim çok şey var. Ama burada ‘Dünya’ ve ‘dünya’ ayrımında bulunmak gerektiğini düşünüyorum. Çünkü sadece Dünya yok; dünyalar var, çoklu ve bağlı dünyalar. Çoklu dünyalarda değişime açık pek çok faktör bulunabilir. İçinde bulunduğum dünyalara göre bazen her şeyi değiştirmek, bazen hiçbir şeyi değiştirmemek istiyorum. Bu noktada nelerin benim değiştirme gücüm dahilinde olduğunu da kendime hatırlatıyorum. Tekil bir sistem olarak değerlendirecek olsak, Dünya’da hiyerarşik güç yapılarının müştereklere dönüşmesini, insan bilinci ve aklının her canlı veya cansız aktörün eylemlilik gücünün üstünde tutulmamasını ve sezgilerin açtığı yolun; dinlemesi bilindiğinde izlenecek tek yol olduğunun daha iyi anlaşılmasını isterdim. Benim gündelik aktivizmimi de biraz sezgi, biraz da indirgemeci olmayan düşünce aktivizmi oluşturuyor; bu iki başlık yaptığım her şeye, her eylemime, sanatıma, fikrime, kelamıma sızıyor.   

S. Toplumsal dönüşümün her gün bireysel olarak ne yapmayı seçtiğimiz ile ilgili olduğuna inanıyoruz. Sen yaratmak istediğin değişim için gündelik hayatın içinde, çok da önemli görünmeyen kararlar alırken örneğin, neyi yapmayı ve yapmamayı seçiyorsun?

Benim için bu konuda aklımda tuttuğum iki alıntı çok önemli. Biri Rosi Braidotti’ye ait: “Çözümün olduğu kadar, problemin de parçasıyız.” Neyi yapmayı ya da yapmamayı seçtiğim, içinde bulunduğum durumlara göre bazen çözümün, bazen problemin bir parçası olduğumu fark etmekten geçiyor. Çözümün parçası olduğumu düşünüyorsam eyleme geçmeyi, problemin parçası olduğumu düşünüyorsam içime dönüp durum dinamiklerini daha iyi çözümlemeyi seçebilirim (Bunda başarısız da olabilirim, o zaman pasif kalmayı seçerim). Buradaki ilişkisellik faktörünün gündelik rutinlerin içinde altını çizmenin çok elzem olduğunu düşünüyorum. Çünkü ilişkiselliği tüm kişisel olmayanlığı içinde anladığımızda; karakter, öz ve ‘ben’ kavramı bambaşka bir boyuta taşınıyor ve özgün motivasyonun önünde duran toplum baskısı, ego, güç istenci gibi engeller ortadan kalkıyor. Eğer yapmayı tercih ettiğim şeyi kendi yüzeysel çıkarımdan öte bir şeyler için yapıyorsam, o zaman anlamı bulurum.

Aklımda tuttuğum ikinci alıntı ise Lauren Berlant’a ait: “Bitap düşmeyi reddediyorum”. İnsanlık tarihinde ilk defa günlük olarak maruz kaldığımız uyaranların sayısını ya da türünü kontrol edemediğimiz bir dönemde yaşıyoruz. İnsanların varoluşlarıyla memnun olabilme yolları dünyanın insan olmayan canlıları ve cansızlarıyla çoğu zaman çeliştiği için, en başta bahsettiğim gibi aynı anda hem çözümün hem de problemin bir parçası oluyoruz ve bu Deleuze’ün de teoriye dönüştürdüğü gibi, kapitalist bir şizofreniye yol açıyor. Birinci alıntıyı kendi paradoksal konumumuzu aklımda tutmak için, ikincisini de bu paradoksal konumdan doğan bitaplığın süregiden ve hayat boyu sürecek olan bir mücadelenin doğasında olduğunu fakat bunun kurbanı olmamayı seçebileceğimizi kendime hatırlatmak için önemli buluyorum.  

S. Gündelik hayatının içine bir rutin ve alışkanlık olarak yerleştirdiğin, sistemin yarattığı kötücül ritmi bozan, bu aktivist duruşun etrafındaki insanları nasıl etkilediğini düşünüyorsun? 

Kendim için çizdiğim yolları başkalarına da gösterme motivasyonunda, kısacası öğretme hevesi olan biriyim. Sevinç etiği ve materyalist felsefe odaklı yaşamaya çalışıyorum. Gündelik hayatın içinde rutinlere ve alışkanlıklara yerleşen bilincin ürettiği anlatının her farklı sesine eşit mesafede yaklaşma, ‘ben’den çıkarak düşünme, ayrık düşüncelerimi konsensusla örtüşmese de savunma, içten yükselen toplum baskıcı sesi tanıma ve ona kulak vermeme cesaretini bulma gibi aktivitelerin her biri gündelik aktivizmin bir parçası oluyor. Gündeliğin birikmesi ve katlanması sonucunda da hayatımın daha uzun dönemli üretimlerini oluşturan üretimler yer alıyor: Yazın üretmek, disiplinler ötesi, arası, karşıtı  işbirlikleri teşvik eden yollar yaratmak, sanat-bilim-felsefe ekseninde görsel ve deneyimsel işler üretmek bunların ana bacağını oluşturuyor. Disiplinler arası üretimi bir oyunbozanlık ve bir tür direniş biçimi olarak görüyorum, disiplinleri kapalı sistemler olmaktan çıkarma amacı güden bir direniş… Disiplinler arası sınırları bulanıklaştırmak ve alanları birbirine kavuşturan merakları beslemek bence iş/oyun ikiliğini bozacak en büyük dengelerden biri. Eğer içine hapsolduğumuz ve yerine getirdiği misyonu adlandıramadığımız işlerde çalışmazsak, ‘’Dünya’yı kurtarmak’’ da ulaşılması imkansız bir ütopya olmak yerine günümüze dokunmuş bir ilmek olur. Dünya ile biz arasındaki mesafe kapanır. Çünkü şu anda ‘bizim dünyamız’ ile Dünya arasında uçurumlar varmış gibi görünüyor. Dolayısıyla yaptıklarımın etrafımdaki insanları biz/onlar ikiliğinin arasını kapatmaya, sistemsel düşünce araçları edinmeye, nedenselliği insan-merkezci doğrusal sebep-sonuç ilişkileri üzerinden değil ağlar, topolojiler ve eşikler üzerinden düşünmeye davet ettiğini düşünüyorum.

S. “Ütopyalar güzeldir.” Hayal ettiğin gelecekte sıradan bir gün nasıl olurdu? Bize biraz betimleyebilir misin?

Ütopyalar kadar distopyalar da güzeldir? Sanırım hayal ettiğim gelecek pek iyimser değil. Ama bu beni yıldırmıyor. Aksine kötülüğün, Hanah Arendt’in dediği gibi ‘banalliğini’ ve belki bazen gerekliliğini aynı anda kabul etmeye çalışıyorum. Çünkü kötülük olarak adlandırdığımız eylemin, özünde -kulağa çelişkili gelmesine rağmen- kötü olmadığını düşünüyorum. Adlandırdığımız ve kategorize ettiğimiz şekliyle iyi/kötü, doğa/kültür, insan/hayvan, canlı/cansız, akıl/madde ikiliklerinin doğruluğuna ve yanıltıcı yönlendirmelerine inanmıyorum. Ütopyanın karşısına distopyayı koymadığım gibi, ikisinden birini tercih etmem gerektiğini düşünmüyorum. İkisinin arasında, birer ayağım da ikisinin üstüne basarak, arada kalmayı seçiyorum. Aradalıklara daha fazla önem addetmemiz gerektiğini düşünüyorum. Çünkü ara ve geçiş evrelerinde, bu evreler her ne kadar rahatsız ya da sınırda hissettirse de, sınırların bulanıklaştığını ve değişimin potansiyelinin burada aralandığını düşünüyorum. Yine de soruyu aradığı cevaptan mahrum bırakmak istemem. Gerçeklik ihtimaliyle oyalanmadan, sadece hayal ettiğimde, gelecekte yaşadığım alanın aktif bir koruyucusuyum ve ulus devlet otoritesinin değil, mekanda yaşayanların o mekanın geleceğine karar verdiği bir otonom müştereğin parçasıyım. Bu da rant ya da belli azınlık bir zümrenin lehine değil, müştereklerin ve eylemlilik gücü olmayan insan olmayanların çıkarının da hesaba katıldığı anlamına gelir. Aslında gelecekte istediklerimizin kırıntıları bugün bazı kritik bölgelerde meydana geliyor. Yeni Zelanda’da Whanganui Nehri’nin eylemliliğinin tanınması gibi, yaşadığım ülkede de dağların, denizlerin, nehirlerin parçası oldukları ağlarda değişim yaratabilme, hayatı sürdürebilme gücüne sahip olduklarının ve bu güçleri dolayısıyla varlıklarını devam ettirme haklarının onlara tanındığı bir gelecekte yaşamak isterdim.

Röportaj : Deniz Saygı

S. Dünyada neyi değiştirmek istiyorsun?

Dünya’da değiştirmek istediğim çok şey var. Ama burada ‘Dünya’ ve ‘dünya’ ayrımında bulunmak gerektiğini düşünüyorum. Çünkü sadece Dünya yok; dünyalar var, çoklu ve bağlı dünyalar. Çoklu dünyalarda değişime açık pek çok faktör bulunabilir. İçinde bulunduğum dünyalara göre bazen her şeyi değiştirmek, bazen hiçbir şeyi değiştirmemek istiyorum. Bu noktada nelerin benim değiştirme gücüm dahilinde olduğunu da kendime hatırlatıyorum. Tekil bir sistem olarak değerlendirecek olsak, Dünya’da hiyerarşik güç yapılarının müştereklere dönüşmesini, insan bilinci ve aklının her canlı veya cansız aktörün eylemlilik gücünün üstünde tutulmamasını ve sezgilerin açtığı yolun; dinlemesi bilindiğinde izlenecek tek yol olduğunun daha iyi anlaşılmasını isterdim. Benim gündelik aktivizmimi de biraz sezgi, biraz da indirgemeci olmayan düşünce aktivizmi oluşturuyor; bu iki başlık yaptığım her şeye, her eylemime, sanatıma, fikrime, kelamıma sızıyor.   

S. Toplumsal dönüşümün her gün bireysel olarak ne yapmayı seçtiğimiz ile ilgili olduğuna inanıyoruz. Sen yaratmak istediğin değişim için gündelik hayatın içinde, çok da önemli görünmeyen kararlar alırken örneğin, neyi yapmayı ve yapmamayı seçiyorsun?

Benim için bu konuda aklımda tuttuğum iki alıntı çok önemli. Biri Rosi Braidotti’ye ait: “Çözümün olduğu kadar, problemin de parçasıyız.” Neyi yapmayı ya da yapmamayı seçtiğim, içinde bulunduğum durumlara göre bazen çözümün, bazen problemin bir parçası olduğumu fark etmekten geçiyor. Çözümün parçası olduğumu düşünüyorsam eyleme geçmeyi, problemin parçası olduğumu düşünüyorsam içime dönüp durum dinamiklerini daha iyi çözümlemeyi seçebilirim (Bunda başarısız da olabilirim, o zaman pasif kalmayı seçerim). Buradaki ilişkisellik faktörünün gündelik rutinlerin içinde altını çizmenin çok elzem olduğunu düşünüyorum. Çünkü ilişkiselliği tüm kişisel olmayanlığı içinde anladığımızda; karakter, öz ve ‘ben’ kavramı bambaşka bir boyuta taşınıyor ve özgün motivasyonun önünde duran toplum baskısı, ego, güç istenci gibi engeller ortadan kalkıyor. Eğer yapmayı tercih ettiğim şeyi kendi yüzeysel çıkarımdan öte bir şeyler için yapıyorsam, o zaman anlamı bulurum.

Aklımda tuttuğum ikinci alıntı ise Lauren Berlant’a ait: “Bitap düşmeyi reddediyorum”. İnsanlık tarihinde ilk defa günlük olarak maruz kaldığımız uyaranların sayısını ya da türünü kontrol edemediğimiz bir dönemde yaşıyoruz. İnsanların varoluşlarıyla memnun olabilme yolları dünyanın insan olmayan canlıları ve cansızlarıyla çoğu zaman çeliştiği için, en başta bahsettiğim gibi aynı anda hem çözümün hem de problemin bir parçası oluyoruz ve bu Deleuze’ün de teoriye dönüştürdüğü gibi, kapitalist bir şizofreniye yol açıyor. Birinci alıntıyı kendi paradoksal konumumuzu aklımda tutmak için, ikincisini de bu paradoksal konumdan doğan bitaplığın süregiden ve hayat boyu sürecek olan bir mücadelenin doğasında olduğunu fakat bunun kurbanı olmamayı seçebileceğimizi kendime hatırlatmak için önemli buluyorum.  

S. Gündelik hayatının içine bir rutin ve alışkanlık olarak yerleştirdiğin, sistemin yarattığı kötücül ritmi bozan, bu aktivist duruşun etrafındaki insanları nasıl etkilediğini düşünüyorsun? 

Kendim için çizdiğim yolları başkalarına da gösterme motivasyonunda, kısacası öğretme hevesi olan biriyim. Sevinç etiği ve materyalist felsefe odaklı yaşamaya çalışıyorum. Gündelik hayatın içinde rutinlere ve alışkanlıklara yerleşen bilincin ürettiği anlatının her farklı sesine eşit mesafede yaklaşma, ‘ben’den çıkarak düşünme, ayrık düşüncelerimi konsensusla örtüşmese de savunma, içten yükselen toplum baskıcı sesi tanıma ve ona kulak vermeme cesaretini bulma gibi aktivitelerin her biri gündelik aktivizmin bir parçası oluyor. Gündeliğin birikmesi ve katlanması sonucunda da hayatımın daha uzun dönemli üretimlerini oluşturan üretimler yer alıyor: Yazın üretmek, disiplinler ötesi, arası, karşıtı  işbirlikleri teşvik eden yollar yaratmak, sanat-bilim-felsefe ekseninde görsel ve deneyimsel işler üretmek bunların ana bacağını oluşturuyor. Disiplinler arası üretimi bir oyunbozanlık ve bir tür direniş biçimi olarak görüyorum, disiplinleri kapalı sistemler olmaktan çıkarma amacı güden bir direniş… Disiplinler arası sınırları bulanıklaştırmak ve alanları birbirine kavuşturan merakları beslemek bence iş/oyun ikiliğini bozacak en büyük dengelerden biri. Eğer içine hapsolduğumuz ve yerine getirdiği misyonu adlandıramadığımız işlerde çalışmazsak, ‘’Dünya’yı kurtarmak’’ da ulaşılması imkansız bir ütopya olmak yerine günümüze dokunmuş bir ilmek olur. Dünya ile biz arasındaki mesafe kapanır. Çünkü şu anda ‘bizim dünyamız’ ile Dünya arasında uçurumlar varmış gibi görünüyor. Dolayısıyla yaptıklarımın etrafımdaki insanları biz/onlar ikiliğinin arasını kapatmaya, sistemsel düşünce araçları edinmeye, nedenselliği insan-merkezci doğrusal sebep-sonuç ilişkileri üzerinden değil ağlar, topolojiler ve eşikler üzerinden düşünmeye davet ettiğini düşünüyorum.

S. “Ütopyalar güzeldir.” Hayal ettiğin gelecekte sıradan bir gün nasıl olurdu? Bize biraz betimleyebilir misin?

Ütopyalar kadar distopyalar da güzeldir? Sanırım hayal ettiğim gelecek pek iyimser değil. Ama bu beni yıldırmıyor. Aksine kötülüğün, Hanah Arendt’in dediği gibi ‘banalliğini’ ve belki bazen gerekliliğini aynı anda kabul etmeye çalışıyorum. Çünkü kötülük olarak adlandırdığımız eylemin, özünde -kulağa çelişkili gelmesine rağmen- kötü olmadığını düşünüyorum. Adlandırdığımız ve kategorize ettiğimiz şekliyle iyi/kötü, doğa/kültür, insan/hayvan, canlı/cansız, akıl/madde ikiliklerinin doğruluğuna ve yanıltıcı yönlendirmelerine inanmıyorum. Ütopyanın karşısına distopyayı koymadığım gibi, ikisinden birini tercih etmem gerektiğini düşünmüyorum. İkisinin arasında, birer ayağım da ikisinin üstüne basarak, arada kalmayı seçiyorum. Aradalıklara daha fazla önem addetmemiz gerektiğini düşünüyorum. Çünkü ara ve geçiş evrelerinde, bu evreler her ne kadar rahatsız ya da sınırda hissettirse de, sınırların bulanıklaştığını ve değişimin potansiyelinin burada aralandığını düşünüyorum. Yine de soruyu aradığı cevaptan mahrum bırakmak istemem. Gerçeklik ihtimaliyle oyalanmadan, sadece hayal ettiğimde, gelecekte yaşadığım alanın aktif bir koruyucusuyum ve ulus devlet otoritesinin değil, mekanda yaşayanların o mekanın geleceğine karar verdiği bir otonom müştereğin parçasıyım. Bu da rant ya da belli azınlık bir zümrenin lehine değil, müştereklerin ve eylemlilik gücü olmayan insan olmayanların çıkarının da hesaba katıldığı anlamına gelir. Aslında gelecekte istediklerimizin kırıntıları bugün bazı kritik bölgelerde meydana geliyor. Yeni Zelanda’da Whanganui Nehri’nin eylemliliğinin tanınması gibi, yaşadığım ülkede de dağların, denizlerin, nehirlerin parçası oldukları ağlarda değişim yaratabilme, hayatı sürdürebilme gücüne sahip olduklarının ve bu güçleri dolayısıyla varlıklarını devam ettirme haklarının onlara tanındığı bir gelecekte yaşamak isterdim.

Röportaj : Deniz Saygı